Hayatını kaybeden Cüneyt Arkın, son yolculuğuna uğurlanmıştı. Usta sanatçının ilk evliliğini yaptığı Güler Mocan’dan Filiz Canlı isminde bir kızı bulunduğu öğrenildi. Kızıyla senelardır görüşmeyen Arkın’ın 1968 senesinde yazdığı duygu yüklü bir mektup da meydana çıktı. Bu mektubu okuyan herkesi ağlattı. Öyle sözler yazmışkı kızına. Üstelik kızı ile görüşmesi engellenmiş Detay diğer sayfamızda..Devamını izlemek suretiyle gorsele doku64nun…
KIZINA MEKTUP YAZMIŞ Cüneyt Arkın’ın senelardır görüşmediği kızına 1968 senesinde yazdığı bir mektup meydana çıktı. Beyaz TV’de yayınlanan Beyaz Magazin programında yer alan mektuba göre Arkın, özlem kaldığı kızına şu sözlerle seslenmiş: “Herkes yaşamının belirli vakitlerında buhranlı vakitler yaşayabilir. Öyle günlerde insanın birtakım şeyleri itiraf edemediği, amacıylae kapandığı, çok konuşmamaya başladığı, hem de konuşamadığı şeyleri yazıp bir nebze de olsa rahatladığı olmuş ve bu tür şeyleri de fazlası seferinde kendi kendisine içsel bir yolculuk ile sonuçlandırmıştır. Bu tür vakitler yaşamış birini ise hepimiz çok yakından tanıyoruz. Vurdulu-kırdılı Türk filmlerinin mihenk taşı Cüneyt Arkın. 18 yaşına basınca okuması koşulu koymuş. Cüneyt Arkın eşi Güler ile anlaşmazlıklar yaşadığı bir dönemde Cüneyt Arkın’ın ile ilgili çıkan aşk dedikoduları namacıylaiyle iyice gerilimli günler geçirir.Bu günleri ise eşi Güler’in Levent’teki evlerini terk edip babasının Suadiye’deki evlerine geri dönmesi izler. Araya hatırı saseneır tanıdıklar ikiliyi barıştırsa da gece kulübünde çekilen bir fotoğraf yüzünden Güler Hanım evlerini ikinci kere terk eder.Bu dönemlerde kendi amacıylae kapanan Cüneyt Arkın kızına bu duygusal mektubu bırakır. Mektubu kızına vermek amacıyla tek koşulu ise 18 yaşına basınca okumasıdır. Merak edenler amacıyla zarfı bu kez de biz açıyoruz. Canım yavrum Filiz’im. Sana şunları yazmamın bir namacıylai var. Bugün 10 Mart 1968, Kurban Bayramı’nın birinci günü. Bugün gene annen seni bana göstermedi. Telefonları yüzüme kapıyor, mektuplarımı okumuyor. Senden ayrılalı iki ay oldu. Seni bin sene görmemiş gibi özledim. Artık tatlı yüzün, yavaş yavaş hafızamdan siliniyor, göğsüme dokunan o minik elinin ısısı azaldı. Günlerdir cehennemin dibindeymiş gibi acılar içersindeyim. Nedense bayram insanları daha titiz yapıyor. Akşama kadar sokakta balon uçuran çocukların çığlıklarına kulaklarımı tıkadım. Bin kere ismini fısıldadım, bin kere Allah’a dua ettim seni bana göstersin diye. Korkular içersinde sana geldim. Bana kapıyı açmayacaklarını bile bile… Eve karı-koca iki dostumu gönderdim. Ben de köşede bekledim. Kadın hamileydi. Yüzü çilli, şefkatli bir çocuk beklemenin mutluluğu içersindeydi. Ama benim kadar korku içersindeydiler, benim kadar üzgündüler. Teyzelerin onları kovmuş, annen, seni pencereden olsun görmeme razı olmamış. Sen teyzenin kucağındaymışsın, mavi dantelli bir elbisen varmış, tatlı tatlı gülüyormuşsun, yaramazlık yapıp utanıyor, sonra kafasını saklıyormuşsun. Çocuğum, bir babadan çocuğunu hangi kuvvet ayırır, buna hangi kalp razı olur? Hangi kötülük bu tür bir sevgiyi yener. Tüm duygularım ölmüş gibiydi dönerken. Dünyanın tüm kurşunları yüreğime sıkılmış gibiydim. Bir annenin katılığını, duygusuzluğunu, gaddarlığını neyle izah edecektik? Yanımdakilerin gözlerinde bir acı izah vardı. Denize yaklaşmıştık, deniz kapkaraydı. Arabayı durdurdum, her şey kararmıştı, onlara bakamıyordum, hiçbir kimseye, hiçbir tarafa bakamıyordum. O akşam yatakta, bir vakitler beni ölecek kadar seven annenin şimdi namacıyla düşmanım bulunduğunu, bu kötü duygunun doğuşundaki rolümüzün derecesini uzun uzun düşündüm. Ve, minik yaşamını yaralayan bizleri eşit suçlaman amacıyla sana her şeyi anlatmaya karar verdim. Çünkü gün ileriki annen ve benim hakkımda binlerce şey duyacak, okuyacaksın. Ve hep şunları diğerleri yapacak ve sen hakkımızda şunlara göre karar vereceksin. En baştan başlayacağım. Annenle elleri kitap dolu, zayıf, elmacık kemikleri çıkık, uzun saçlı, yeşil gözlü bir delikanlı iken tanıştım. Sevgi arıyordum. Anneni buldum, incecik bir yüzü, küçük benekli iri gözleri vardı. Bana her şeyini verdi. Onunla güzeldim. oprağımdı, güneşimdi, su üstünde kayan bir çiçek gibi yürürdü yanımda. Eskişehir’de hastalarımı, acımı, kötü yemeğimi paylaştı. Ah çocuğum! Dünya onun sevgili yüzü amacıyla yaratılmıştı sanki. Sonra tuhaf bir rkatiyenntı oldu. Eskişehir’e gelen bir film ekibiyle tanıştım. Annenin ve benim Sıhhat Bakanlığı’na 80 bin lira borcumuz vardı. Yaşadığım yaşamı umutsuzluğa götüren, beni korkutan, erkek olarak üzen bir sorumluluktu bu borç. O vakit bu umutsuzluk önünde kendimi meydana koymam gerekliliğini düşündüm. Annenle karar verdik. Bir sene mücadele ettim. Annen, kendi ailesine, hem de benim aileme karşı beni korudu, beni yüceltti. Parasızdım. Dedenin evinde kalıyorduk. Bana karşı son derece kibardılar. Ama utanıyordum. Leyla Sayar, Halit Refiğ ve Recep Ekicigil bana yardım etmeye çalışıyorlardı. Duru Film’e küçük bir rol amacıyla günlerce gidip geldim. Resimlerimi çekmek istediler. Beni birisinin önüne katıp Taksim Parkı’na gönderdiler. Artık ona tabi olmuştum. İki sene doktorluk yapan insan amacıyla delice bir acıydı bu. Ne yapacağımı bilmiyordum. Odama girerken ceketini ilikleyen 50 yaşındaki hastalarımı düşünüyor, bana gösterdikleri saygıdan utanıyordum. Eve gelip eşyalarımı topladım, annene Anadolu’ya gideceğimi söyledim. Bana karşı koydu, «Başarmalısın, başaracaksın» dedi. Tekrar çileli günler başladı. Annen tek gücüm, tek dayanağımdı. İlk filmime başladığım vakit içim bomboştu. Subay trençkotum eskimiş, ayakkabılarım su alıyordu. Günlerimi bir sandviçle geçiriyordum. Annen hem operada çalışmak, hem okula gitmek mecburiyetinde kaldı, içkiye alıştığım, doymamacasına içtiğim günlerdi. Dünya bana haksızlık etmişti. Yağmurlu bir gündü, ince trençkotumun altında üşüyordum. Ayaklarım sırılsıklam olmuştu. Evden kahvaltısız çıktığım amacıyla midem tuhaf bir şekilde kaynıyordu. Paramı saydım, fakat yola yetecekti.Taksim’e geldiğimde fırın taze ekmek çıkarıyordu. Bir ekmek aldım ve onu yedim. Bir gece sabaha karşı annen ağlıyordu. Gözyaşlarına dokundum, sustum. Annen benden şüphelenmişti. Hangi davranışım, hangi sözüm onda bu şüpheyi uyandırmıştı. Ya da kimler ona etkin ediyordu? Bunda ne dereceye kadar haklıydı, ya da ben suçluydum. Sana bir misal vereyim. Şu kötü günler içersinde hakkımda fazlası dedikodu çıktı, işte şunlardan üçü: – «Ayrılır ayrılmaz Zeynep Aksu ile evlenecekmişim.» – «Selda Alkor ile Bursa’da maceralarımız olmuş.» – «Evli bir kadınla ilişkilerim varmış.» İnsanlar diğerlerinın hayatlarıyla oynamaya, onların sevincini yıkmaya baseneırlar. Benim yüreğimin dünyada bundan daha çok iğrendiği diğer şey yoktur. Annenin son iki senedir bana gösterdiği korkunç sahnelerde kendisinden çok teyzen Gül’ün ve çevresinin payı vardır. Sonra iki sene içersinde başarılarım, şöhretim, param oldu, imkânlarım genişledi. Annende de buna paralel olarak dedikoduların, kıskançlığın etkisinde kalmanın etkin iyle bir yabancılaşma başladı. Benimle bir yere gitmekten rahatsız oluyor, sokağa çıkmaktan korkuyordu. Beni bu türsine yıkan, insan dışı bir çalışmaya iten hırsı anlayamıyordu. Bense yorgundum, bin sene uyuyacak kadar her şeyden usanmıştım. Tüm şunları annene anlatamıyordum. Dört bir yandan kuşatılmıştı. Çevresi, arkadaşları, kardeşi, gazeteler ve sokaklar. Bense korkunç bir harp içersindeydim. Herkes beni yok etmeye hazır bekliyordu. Kovalanan bir hayvan gibi her an tetikteydim. Ve bu deli çalışma içersinde yalnızdım, hiç kimse kalmamıştı çevremde. Yorgunluktan deli gibi bir şey olmuştum. Bu harpın içersinde annenin yüreğini göremiyordum. Ona fırsat veremiyordum. Hayvanca bencil, yorgun ve gururlu bir erkek rolündeydim. Evet, annenin öç alabilmek isteyen dişi durumuna gelmesine ben sebep olmuştum. Şimdi onu suçlayayım mı? Yok çocuğum! Anneni beni mahkemeye verilen amacıyla, seni bana pencereden bile olsun göstermediği amacıyla suçlayanlara karşıyım. Onu benim kadar kimse anlayamaz. Mahkeme haberlerinde çıkan resimlerindeki şaşkın, biraz öç almışlığın rahat tebessümündeki acıyı gene fakat ben çözebilirim. Çocuğum şunlar bizim yazımız, kaderimiz. Ama annen bir elini uzatsa kurtulacaktım. Evet, yavrum acı çekiyordum ve yalnızdım. Annenin bende güç bildiği, kıskandığı her şey, şöhretim ve param beni bu dünyada yalnız bırakmıştı. Çünkü suçlarımda, zaaflarımda samimi idim. Suçluydum, ama düzmece değil, samimi pazarlıklı değil, pinti değil. Annenle aramızda büyük bir ayrılık da Türk sinemasını katiyen önemsememesinden ileri geliyordu. Ona göre yaptığım tüm iş basit, aşağılayıcı bir şeydi. Teyzelerin de aynı şeyi düşünüyorlardı. Bu hususta her an beni üzmekten beğeni alıyorlardı. Yavrum, bir erkeğin işi yaşamının en önemli kısmıdır. Gün ileriki sen de anlayacaksın bunu. Görüyorsun yavrum, anneni kazanmak işimi, işimi kazanmak anneni kaybettiriyordu bana. Yapayalnızdım, gene de anneni delice seviyor ve dayanıyordum. Annen dışarıda vazife alabilmek istiyordu. Kırklareli’ne tayini çıktı. «Kendime güvenim gelir, oyalanırım» diyordu. Doğru söylemediğini biliyordum, gitmek istemiyordu ama, «Gitmem gerek» diye dayatıyordu. Neden gittiğini, namacıyla gitmek istediğini net olarak bilmiyordum. Neden razı bulunduğumu da… Ama o günler ölümüme bile razı olacak kadar bezgindim. Tükenmiştim.Yokluğunun acısını iki gün sonra duydum, ama bundan sonra çok geçti. «Bana dön» diye yalvarmam lazımdı, ama yapamadım bunu. Elimin kolumun namacıyla zincirlendiğini, utanç ve azap içersinde ona yazdığım güzel mektupları namacıyla yırttığımı, Kırklareli’ne gidemeyip belki bin kere yoldan namacıyla geri döndüğümü yalnız annen ve teyzen biliyor. Ve istikbalte sen de bileceksin. Ve anneni katiyen affetmeyeceksin. Anneni o bölgeye göndermekle bir erkek, bir koca olarak sorumsuz, hem de suçlu davranmıştım. Bu suç güzel hatıralar, ölüm, aşk ve şeref amacıyla oldu. Çünkü annenin yaptığını yapmaktansa ölmek daha iyiydi. Buraya kadar ben suçluyum. Bunu kabul etmiş, tam bir sene annene ve katiyen affetmeyeceğim teyzene ödün vermiştim. Onların bana amacıyla amacıyla gülmesini bilerek karşılarında gözyaşları dökmüş, ağlama yiğitliğini göstermiştim. Yine de suçlu benim. Bir bayanın suçlarını ve faziletlerini kocası yaratır. Annen aşkımızın eserlerini yıkmayı, benimle harpıp beni rezil etmeyi bundan sonra vazife bilmişti. Bense hala birleşmemizi ve kötü bahtımıza karşı beraberce karşı koymamızı öneri ediyordum. Çünkü annenin nasıl büyük aşk, bağışlama, verme, toprak kadar sabır, tevekkül ve inanç bulunduğunu yalnız ben biliyorum. Sanki o benimle doğdu, benimle ölecek. Ah çocuğum! Annenin benim yanımdan diğer bir yerde mutlu olma ihtimalini bilsem… Buna inanabilsem… Filiz’im. Bugüne kadar sevgime bağlı kalabilmek amacıyla her şeye katlandım. Bir yerde bundan sonra annene de karşı çıkmak mecburiyetindeyım. Bunca haksızlığa layık olmadığımı kanıt etmek istiyorum. Nedir bu iğrençlikler, sessiz sedasız sevmek ve affetmek varken. Ben suçlarımı ve onun suçlarını bilerek geleceğe güvenle, erkekçe, dostça, arkadaşça, insanca, yiğitçe bakarak yalnız onu seviyorum. Yalnız onun oluşturduğu ve yapayalnız bırakmak istediği sevgiyi kurtarmaya çalışıyorum. O ise sevgiye bağlı kalmayı küçük gördü ve şimdi benden daha yalnız. Artık ona «Allahaısmarladık» diyebilirim. Baban Cüneyt Arkın, (6 Nisan 1968)