Ana Sayfa
Foto Galeri
2.11.2024
Kendisini karşılayan sekretere
-
- Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi. Bunun üstüne sekreter aniden ciddileşti: ‘Nazif Bey mi?’dedi. ‘Evet, Nazif Bey!’ diye yanıt alınca, hüzünlü bir ses tonuyla ‘Nazif Bey sizlere hayat efendim, onu kaybedeli dört sene oldu.’ dedi. Hiç beklemediği bu haberle bir acı saplandı yüreğine. ‘Ya, öyle mi…?’ diyebildi yalnızca. Ne yapacaktı şimdi?? Nereye gidecekti.. Sordu bir yakını var mı diye? Ardından ise
- Hicranlı bir suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine saldırı eden yaşlar yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. Kendisini toparlayıp ‘Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı acaba?’ diye sordu. ‘Evet var, oğlu Selim Bey….’. Titrek bir sesle ‘Öyleyse Selim Beyle görüşebilir miyim?’ dedi. Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye, ‘Selim Bey son derece meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek olası olmuyor; ama ben gene de kendine bir haber vereyim” ‘ Dedi ve telefona yöneldi.. Sonra ‘Kim diyelim efendim?’ diye sordu. ‘Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım.’ yanıtı üstüne sekreter dahili telefonu çevirdi. Daha sonra, ‘Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin.’ dedi. Birlikte merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle döşenmiş geniş bir salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular, sekreter kapıyı açarak, ‘Buyurun!’ dedi. O da içeri girdi. Kendisini ayakta bekleyen gence doğru süratli adımlarla yürüdü, elini uzatarak, ‘Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir.’ dedi. ‘Bendeniz de Selim Cebeci… Lütfen buyurun, oturun.’ dedi, genç iş adamı. Mehmet Bey, kendine gösterilen yere oturur oturmaz: ‘Yirmi üç sene, tam yirmi üç sene… Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini öpmek amacıyla bu ânı bekledim.’ dedi ve dudakları titredi, gözleri doldu. ‘Ama o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun amacıyla ne kadar üzgünüm anlatamam.’ Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: ‘Fakat en azından o büyük insanın oğlunun elini sıkmaktan da bahtiyarım.’ Misafirin bu sözleri üstüne Selim Bey yerinden fırladı, kulaklarına inanamıyordu. Kelimelerinin her biri birer hayret nidâsı gibi dizildi cümlelerine: ‘Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi?’ Profesör, delikanlının bu heyecanlı durumuna bir mana veremeyerek başıyla ‘Evet’ dedi. Bunun üstüne Selim Beyin gözleri sevinçle parladı. ‘Babamla sizi uzun seneler aradık; ama bulamadık.’ dedi. Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir arkadaş gibi sıktı ve ‘Sizi karşıma Tanrı çıkardı.’ dedi. Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı ‘Uzun seneler beni mi aradınız? Peki ama neden?’ dedi. Selim Bey gülen gözlerle profesöre bakarak ‘Bizdeki emanetinizi vermek amacıyla…’ deyince, profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı. ‘Emanet mi?’ dedi. Selim Bey yanıt vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine ‘Gelebilir misiniz?’ deyip telefonu kapattı. Mehmet Bey, Şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken kapı çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi. Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler fısıldadı. Gelen şahıs bir şey söylemeden geldiği kapıya yöneldi. O çıkarken Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı. Sohbetleri koyulaştıkça, çehrelerindeki şaşkınlık, konumunu birbirlerine Hasret kırk senelik ahbapların tekrar buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve itimata bırakmıştı. Mehmet Bey vatan dışındaki tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç sene süresince her sene büyüyen ülke hasretinden bahsetti. Sonra Nazif Beyin duvardaki portresini göstererek, ‘Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum.’ dedi. ‘Bana yalnızca maddî destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır oldu. ‘Sana bunun amacıyla burs vermedim.’ Diyerek bana istikamet verdi. Ona her namazımda dua ediyorum.’ dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotografına mıhladı. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği başka tabloya kaydı. Son derece şık bir çerçevenin içersinde, birtakım yerleri yamalı ve onarım görmüş son derece eski bir çift çorap duruyordu. Biraz daha dikkatli baktığında çerçevede birtakım cümlelerin de sıralandığını fark etti: ‘Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra…’ Selim Bey, kendine bir soru sorduğu amacıyla kafasını ona çevirdi; ama aklı tabloda kalmıştı. Selim Beye yanıt verirken tabloya bir daha baktı. İkinci cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu: ‘Bir müddet sabredeceğiz, sonra…’ İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip Tabloyu iyice inceleyecekti; ama bu ideal düşmez, düşüncesiyle Yalnızca sohbet arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu. Fakat her seferinde biraz daha yükselen bir merakın içersinde kalıyordu. Üçüncü cümlede: ‘Bir müddet yürüyeceğiz, sonra…’ diye makaleyor ve altta bu tür birkaç cümle daha sıralanıyordu. Artık aklı hep tablodaydı. Sonunda dayanamayıp, ‘Selim Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim.’ dedi. Selim Bey kendine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir soluk alarak ‘Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız vardı. Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik. O varlıklılikten geriye hiçbir şey kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri bundan sonra annem yapıyordu. Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya yalnızca zeytin koyabilmişti. O varlıklı kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin… Şaşkınlık içersinde, ‘Başka bir şey yok mu?’ diye sormuştum. Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor. Annemin ağlayışı karşısında babam: ‘Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra…’ dedi ve durdu, kuvvetli bakışlarını üzerimizde gezdirdi,’Alışacağız.’dedi. Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı. Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. Kenar bir mahallede ufak, eski bir eve taşındık. Doğru dürüst bir eşyamız da kalmamıştı. Annem bezgin bir sesle: ‘Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl yaşayacağız.’ Diye haykırdı. Bunun üstüne babam: ‘Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız.’ dedi Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet okuluna makalelmıştım. Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, ‘Bu ilk günün, okula birlikte gideceğiz.’ dedi. Yürümeye başladık. Okul son derece uzak gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim bilir hangi düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti. Biraz sonra fark edince bana döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat vermeden, sinirli aynı vakitte nazlı bir tavırla, ‘Yoruldum.’ dedim. Babam son derece sakin bir şekilde: ‘Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız.’ dedi. Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ama dönüyordu. Döndüğünde ise ufak odaya çekiliyor, birtakım durumlarda saatlerce orada kalıyordu. Çoğu vakit buradan gözyaşları içersinde çıktığını görüyordum. Bir gün, merakıma yenilip babamın ufak odasına girdim. Yerde bir seccade, seccadenin üstünde de bir tespih vardı. Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu makale vardı: ‘Tanrı borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir.’ Babamın dediği gibi oldu, zor da olsa vakit içersinde alıştık. Bu hal birkaç sene sürdü. Bir gün babam eve çok değişik bir yüz ifadesiyle geldi. Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. Her birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı. ‘Bugün, benim amacıyla ne mânâya geliyor biliyormusunuz?’ dedi, sözcükleri boğazına düğümlendi, gözlerine yaşlar saldırı etti. Sözlerini kesmek mecburiyetinde kaldı. Her birimize hediyelerimizi teker teker verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa oturdu. Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu. Hepimiz şaşkınlık içersinde babama bakıyorduk. Gazeteyi açtı, içersinden bir çift yeni çorap çıkardı. Bu gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam, beklemediğimiz bir şey yaptı. Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı. Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı. Hepimiz şok olmuştuk, tek sözcük bile söylemeden bekledik. Babam nihayet kendisini topladı ve ‘Bir vakit önce, büyük bir borcun altına girmiştim. Borcumu ödeme niyetiyle tekrar çalışmaya başladığım vakit kendi kendime ‘tüm kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır. Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap alabilmek bile bana haram olsun.’ demiştim. Bugün ise, Tanrı’ın yardımıyla, borcumu bitirdim. Artık kimseye tek kuruş borcum kalmadı.’ dedi. Sonra gözyaşları içersinde ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. Ben de o eski çorapları hem aziz bir baba yadigârı, hem de bir ibret sembolü olarak sakladım. Bu çoraplar her gün bana: ‘Paralarını ödeyinceye kadar tüm kazancım alacaklılarının hakkıdır.’ diyor’. Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran hayran baktı. ‘Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh bir yaşamdan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım. ‘Selim Beye döndü ve ‘Siz ne yapardınız?’ diye sordu. Selim Bey kendine has tebessümü ile: ‘Bir müddet zeytin yerdim, sonra…’ dedi ve gülümsedi. O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir Kutuyla içeriye girdi. Kutuyu elim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı. ‘Buyurun, senelerce size vermek istediğimiz emanetiniz.’ dedi. Mehmet Bey bilinmez hisler içersinde kutuyu açtı. İçinden kadife bir kese çıktı. Keseyi açıp amacıylai kutuya boşalttığında merakı iyiden iyiye arttı. Keseden birkaç adet cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı. Mehmet Bey titizlikte katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı. Sevgili Mehmet Bey oğlum, Arada sırada istediğimizi yaparız, fazlası vakit da mecbur olduğumuzu… Tahsil hayatınız süresince size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Fakat eğitiminizin son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım. Bir müddet sonra imkânlarıma tekrar kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım. Dolayısıyla size borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer bu tür bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek olası olsaydı,ben bu borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Zira sevgili oğlum, bu altı aylık vakit diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım. Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim. Bu altınlar sizindir. Bunlar elinize ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım. Sevgilerimle, Nazif Cebeci. Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı. Bu büyük insanın yüceliği karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu. Selim Bey de bir hayli duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Bir ara ihtiyar gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı. Kendisine senelerce üzüntüyle bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi. Peki ya siz olsanız ne yapardınız? Bir müddet zeytinle yönetim edebilir miydiniz? Uzun makaleları sevmeyen bir milletiz ama bu güzel hikayeyi okuyanlar yoruma nokta bırakabilirler mi ?